Ölüler ve Bayraklar

Ellerinde bayraklarla uğurlandı nice insanlar gidip de gelmeyeceği cepheye. Bayrak altında, uğruna iman ettiği amaçlar ve değerler üzerine can aldı nicesi. İşgaller ve ilhaklar bayraklarla mühürlendi. Köylerin, kentlerin altındaki tecavüzler, yağmalar, kırımların üzeri bayraklarla örtüldü. Bayrak, bir tahakküm simgesi ve bir fetiş (tapınma nesnesi) olarak hayatın pek çok alanında özellikle de siyasi bağlamda kullanılmaya devam ediyor. Sadece, devletler değil partiler ve örgütler de bayrak kullanıyor ve nihayetinde en iyi olana ulaşmanın simgesi olarak açıklıyorlar durumu. Hatta sol örgütler açısından yer yüzü cennetinin temsili gibidir bayrakları. Bu kusursuz iman halini sorunlu ve hatta tehlikeli buluyorum.

Zürih’te iki yıl üst üste Sivas katliamı için anmalara katıldım ve kocaman örgüt bayraklarına ürperti ile baktım. Birkaç kişi katılıp bazen çifte bayrak taşıyarak katliamı kınamaya, kurbanları anmaya katılmak nasıl olağan olabilir ki! 11 yaşında bir çocuk yanarak can verdi o katliamda. Devasa bayraklarla katılıp o çocuğun bir fotoğrafını dahi taşımamak bir bana mı garip geliyor? Üstelik Türkiye solunun bütün tonları ve Kürt hareketinin mütemadiyen “bayrak fetişizmi” eleştirisi yaptığı bir ortamda cereyan ediyor bu durum. Durup durup hüzünle soruyorum: Nasıl olur da Hasret Gültekin’in fotoğrafının üstüne bayrak sallar insan? Simsiyah gömleklerle yas tutarak bağlama çalan cemevinden gelen çocukların ve gençlerin karşısında rengârenk örgüt bayrakları acaba hangi kaygı ile sallanıyordu?

Yakın zamanda (yine Zürih’te) katledilen Deniz Poraz anmasında da benzer kareler vardı. Taşınan pankarttaki dışında Deni Poyraz’ın fotoğrafını görmedim. Devasa örgüt bayrakları ve (ölü ya da sağ) lider posterleri ile dolu idi Helvetia Meydanı. Bir insanın canına kıymak ve onu örgüt bayraklarının gölgesinde anmak… Tıpkı Sivas Katliamı’nda hayatını kaybedenler gibi Deniz Poyraz da örgüt bayrakları gölgesinde anılıyordu.

Bu eylem tarzının, siyaset anlayışının sahici bir alternatif olması mümkün mü? Başka bir bayrak mı başka bir dünya mı? Ölüme farklı bayrak sallayarak başka bir dünya mümkün kılınabilir mi?

Bir İftar Fotoğrafının Kısa Analizi

Aynı ebatta üç sini sofrası kurulmuş yere, yan yana. İlkinde iftar konuğu Cumhurbaşkanı ve karısı, diğerinde ev sahibi çift ve sonuncusunda evin üç çocuğu… Cama ve televizyon ekranına yansıyan takım elbiseli insanlar sahneye kamera arkasının istenmeyen yansımaları olarak çıkıyor. Masa olmayan evde sandalyelerin de olduğu görülüyor.

Bir 3 kişi, ayakta duran insanlar, yiyecek ve iç mekan görseli olabilir

Sahnede her şey özenle hazırlanmış. Yarım kâse çorbalar, fakir sofrası diye bağırıyor ama dikkatler, herkes dururken lokmasını ağzına götüren Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kayıyor. Elindeki hurma ile sünnete sadakatini gösteriyor.  Evet mübarek bir günde, bir yoksulun sofrasına konuk olacak kadar alçak gönüllü, orucunu sektirmeyecek kadar imanlı ve sünnete sadık kalacak kadar dindar fotoğrafı hazır! Cuma namazlarında verdiği pozları, canlı yayında okuduğu kuranları ve Allah yazısı altında verdiği vaazları hatırlıyor muzunuz?

Hayır, kendisini Allah ilan etmiyor. İnce bir algı stratejisi ile Allah ve Erdoğan arasında bir çağrışım oluşsun isteniyor. Yıllarca onu insan üstü özelliklerle donatan mürit inançları pompalandı medya, parti ve tarikatlar aracılığı ile. Zihinlere tanrısal bir Erdoğan zerk edildi ve zamanla eleştirilemez ve sorgulanamaz bir veliye dönüştü, pek çoğunun gözünde. En nihayetinde yüce, güçlü ve zengin ülke sınırları içerisinde rakipsiz, kral yetkileriyle donatılmış o muhteşem bir kahraman olarak bir fakirin evinde görüntüleniyor. Hem de yer sofrasında ve hurmasını ağzına götürürken… Üç sini üç samimiyetsizlik feneri gibi ışıldıyor ortada. Sahnede mide bulandırıcı bir kibir ve şov var. Ev sahiplerini şereflendirdiğine inanan koca iki ego taşıyor fotoğraftan. Sahnede uzlaşmaz bir çelişki var. İki büklüm üç kız çocuğu ve sinin altında kalmış gibi bir anne-baba görünüyor. Bir çantası ile evi içindeki her şeyi iki kere alabilecek Emine Erdoğan farklı renkte bir kumaştan yamaya benziyor. Oysa Erdoğan ailesi de bir zamanlar benzer bir hayat sürüyordu. Ne var ki artık onlar için başka bir dünya, başka bir sınıf ve başka bir mevki söz konusu.

Pandemi etkisini günden güne artırırken, maskesini uygun şekilde takmadı diye çocuklara bile ceza yazarken o bir istisna olma başarısını da sunuyor iftar yemeğinde. Fakir çorbasına kaşık sallamadan hemen önce onlarca araç ve yüzlerce koruma ile oraya gitmemiş gibi oturuyor sinin kenarına. Sanki aramızdan biri ve bizim gibi yaşıyor hayatını. Sanki Erdoğan gecekonduda yaşayan bir fakir gibi poz veriyor. Oysa gerçek sahnenin arkasından fotoğrafa giriyor. Az sonra oyun bitecek ve sarayına dönecek.

Böyle mi Devrim Yapılacak?

21 Mart 2021 tarihinde Mersin Ülkü Ocağı’nda bir yangın çıktığı haberi duyuruldu. Ertesi gün bu yangın, HBDH (Halkların Birleşik Devrim Hareketi) adına üstlenildi. HBDH aslında yaklaşık 10 örgütten oluşuyor. Daha önce de bazı orman yangınlarını üstlenmişti.

Peki bu örgütler (niyet etmeseler bile) AKP-MHP’nin değirmenine su taşımıyor mu? İdeolojik olarak birbirinden çok farklı, stratejileri birbiriyle çelişik bu örgütlerin bir araya gelişi ve şiddet eylemlerinde uzlaşması garip değil mi? Mesela devrim “işçileri örgütleyerek olur,” deyip üniversite öğrencilerini fabrikalara gönderen bir yapının orman yakma ya da polis öldürme gibi eylemlerde ne işi olur ki? Üstelik hadi her şeyi geçtik, yahu orman yakılır mı? Şırnak’ta yanan ormanın intikamını Manisa’daki kaplumbağadan mı alıyorlar? Şimdi de garip bir bildiri ile muhalefetin kriminalize edilmesinden başka hiçbir işe yaramayacak bu eylemi üstleniyorlar. Bana öyle geliyor ki artık bu tarz örgütlenmeler hak-hukuk mücadelesine, devrimciliğe zarar vermeye başladı.

Konuya dair fikir ve yorumlarınızı saygı çerçevesinden taşmayacak bir şekilde bekliyorum.

Bir ‎açık hava ve ‎şunu diyen bir yazı '‎د ETHA @etkinhaberetha 5T HBDH, Mersin Ülkü Ocakları'nın yakılması eylemini üstlendi bit.ly/396SBJw 1 8.433 Mal angesehen‎'‎‎ görseli olabilir

CHP Belediyelerindeki Grevler Üzerine

CHP’li bazı belediyelerdeki işçi grevleri tek yanlı ve tek yönlü ele alınıyor. Mesele işçilerin maaş artışı talebi ve belediye başkanlarının reddi şıklarına indirgenip tartışılıyor. Ben, bu kısa yazıda farklı bir bakış açısı geliştirmeye çalışacağım. Okuyanların da bu yazıya katkı sunmasından, eleştiriler ile desteklemesinden memnuniyet duyacağımı belirtmek isterim.

Tek yönlü bakış açısından tek grubu değil, aksine bir birbirinin zıttı iki bakışı kast ediyorum. Birinci grup mutlaka grevin karşısında olanlar, ikinci grup mutlaka grevi destekleyenler, hatta işçilerden bile çok grevci olanlar. Çoğunlukla CHP’liler tarafından seslendirilen “Neden hep CHP belediyelerde grev yapıyorsunuz,” isyanı aslında bir korkunun dile gelmesidir. Bir önceki seçimde AKP tarafından kullanılan sloganlardan birini hatırlayalım: “CeHaPe çöptür, CeHaPe çukurdur”. CHP’liler partileri Türkiye nüfusunun %66’sının yerel yöneticiliğini kazanmışken bu fırsatın terse dönmesinden korkuyor ve onun için de işçilere yönelik ağır ifadeler kullananları bile oluyor. Oysa CHP Aleviler dışında işçi sınıfından/yoksullardan neredeyse hiç oy olamıyor ve bunda orta sınıf burnu büyüklüğünün de payı var. İşçilerden daha çok grevci olanlar ise sosyalist solun farklı örgüt ve partilerden kişiler. Bu bakış söylemi de şu şekilde özetlenebilir. Soykırımcı, burjuva, faşist CeHaPe, sarı sendika DİSK, 8sendika başkanın yakınlığından dolayı) işbirlikçi HaDePe. Gerçi HDP bileşeni olanların hakkını teslim edelim onlar HDP kısmını dile getirmiyorlar. Kanımca iki bakış açısı da daha başından faydasız ve gerçek dışı. Türkiye sosyalist solunun önemli bir kesiminin sürekli CHP’ye küfreden ama kuyruğundan/kapısından ayrılmayan tutarsız ve gayri ahlaki tutumunu şimdilik bu tespit cümlesi ile geçiyorum.

DİSK neredeyse CHP’li olmayan hiçbir belediyede örgütlü değil. Onun için daha anlamlı soru: DİSK neden sadece CHP’li belediyelerde greve gidiyor değil, DİSK neden sadece CHP’li belediyelerde örgütlü sorusudur. Evet, DİSK neden sadece CHP’li belediyelerde örgütlü? Sarı olduğu için mi yoksa renginden bağımsız mı? İşte bu sorunun cevabı için belediye çalışanlarının işe alınma sürecine ve ülkenin genel politik iklimine bakmak gerekiyor. Türkiye tarihinde ayrımcılık ve kutuplaştırma belki de ilk kez bu kadar açıkça ve etkin bir şekilde uygulandı. AKP’li olmayan kişiler için asgari ücretli işler bile çok görüldü. Bu durum CHP’li belediyelere daha çok işçi alımı baskısı olarak yansıdı. Bu baskı, AKP karşıtı emekçilerin CHP’li belediyelerde yoğunlaşmasını, bu yoğunlaşma da DİSK örgütlenmesini getirdi. Hakkıyla ya da eksik-gedik sosyal demokrat tutumun da DİSK’le örtüşmesinin bu süreçteki payını vurgulamak gerekir. Öte yandan çalışanların sayısı bir noktadan sonra “aşırı” olmaya başladı. Öyle ki bazı belediyeler ihtiyaç fazlası elemandan geçilmez oldu. Bazı belediyelerin gelirlerinin toplamının %70-80’ni çalışanlarının maaşına gider oldu. Öte yandan yasalar gereği belediye gelirlerinin %40’tan fazlasını çalışan maaşı olarak veremiyor. Şirket vs gibi aracı kurumlar vasıtası ile aşılıyor bu durum.

Gelinen noktada belediye maaş ödeyemez, işçiler de geçinemez durumda. değil 5 bin, 10 bin ile Türkiye’de 4 kişilik bir aile için iyi bir gelir değildir. Bugün açıklanan Türk-İş raporuna göre 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 8 bin 856 lira olmuş. Bu durumda işçilerin maaş taleplerini yüksek bulmak, “işçisin sen, yoksul ol” demektir. Fiilen talep edilen maaşı vermek mümkün olmasa da bu talebin haklılığının kabul edilmesi gerekir. Öte yandan çeşitli kısıtlama ve yetki gasplarıyla eli kolu bağlanmış belediyelerin durumunu da anlamak gerekir. Dolayısı masa başı bir çözümden yanayım.

Yazının devamını yarın yayınlayacağım.

“Şehit Namırın” ya da “Şehitler Ölmez”

Kürt meselesinin en kanlı yüzü aslında şehitlikle kaplanmış. Öldürülen gerillaya da, öldürülen askere/polise de şehit deniliyor. Kürtçe şehit namırın ya da Türkçe şehitler ölmez, sloganlar atılıyor. Oysa ölen ölmüştür. Daha mezardan dönen görülmemiştir. Detayları bir kenara bırakırsan hikayeler yalın ve benzerdir. Derme çatma bir evin kapısı çalınır, şehadet müjdesi verilir ve merasim başlar. Kocaman bir bayrak asılır. Komşular, eş-dost toplanır, devlet erkanı yerini alır. Cenaze namazı sırasında anne babalar bile ön safta yer bulamaz kendine. Medya ölen kişinin varsa eşi ve çocuklarını yoksa da hayallerini birkaç gün boyunca boca eder.

Erdoğan için bulunmaz bir nimettir “şehit cenazeleri”. Canlı yayınsız olmaz. Elini tabuta koyup böylelikle ölen kişiye ne kadar yakın olduğunu göstermiş olur. Bir de Fatiha okudu mu tamamdır. Seçmen desteği sağlanmış, rol bitmiştir. Koruma ordusuyla en yakın havaalanına gider ve uçan sarayında yerini alır. Devlet büyükleri gidip komşular çekilince ateş başlar. İşte o zaman yanar yürekler. Ya gerilla cenazeleri? Devlet orada yerini alır ama bu sefer gazla, copla, gözaltıyla… Orada da bir seremoni işler ve biter.

Müjde Müjde Müjde!

Konuya girmeden önce kendi tanıklık ettiğim bir olayı anlatmak istiyorum. 2015 yılında biri fizikçi biri de mühendis arkadaşımla bir çay bahçesinde oturuyoruz. Yan masada nargile çeken orta yaşlı bir adam kendisi karşısında iki dirhem bir çekirdek oturan iki gence Yeni Türkiye’nin başarıları anlatıyor. “Bugün Amerika, Almanya, Rusya bize hayransa boşuna değil,” diyor. “Onlar uzaya uzay gemisi göndermekte zorlanırken biz uçak gemisi gönderiyoruz,” deyince yüksek sesle gülüştük. Bunun üzerine arkadaşlardan biri “Uzaya giden uçak gemisi şu an nerede?” diye sordu. Adam hiddetlendi, bizi kıskançlık ve nankörlükle itham etti. Akıl ve bilime aykırı bu propagandaya o gençler inanıyor muydu bilmem ama anlatıcının imanı tamdı.

Peki “müjde” ile yönetim nasıl işliyor ve gelinen noktada ne durumda?

AKP, merkezi bir iletişim yöntemi ile yönetiyor algıları ve insanları. En çok kendi tabanını hedefliyor ki zaten iktidarda kalmasına yetecek bir kalabalığı senelerdir arkasında tutabiliyor. Türkiye nüfusunun en dindar kesiminin desteğine MHP ittifakı sonrası en milliyetçi olanları de eklemiş oldu. Evet, AKP’li ihale tekelleri, devşirme gazeteciler, zenginleşmiş müteahhittiler var. Bu grup ne kadar görünür olursa olsun sandıktaki etkisi herhangi bir partiyi iktidarda tutacak boyutta değil. İster bir tarikat-cemaat mensubu olsun isterse de bu tarz dinsel örgütlenme bağına sahip olmayan biri olsun sürekli olarak müjde bombardımanına maruz kalıyor. Dinsel motivasyon kadar, belki de daha fazlası bu müjdelerle sağlanıyor.

Hemen her konuda anketlerle nüfusun beklenti ve dileklerini tespit eden iktidar bunlara uygun müjde paketleri hazırlıyor. Bunların çoğu hayal pilavı şeklinde oluyor. Bu gerçekdışı projeler iki ayaklı bir olanak sunuyor. Bir yandan müjde ile propaganda yapılırken, öte yandan itiraz edenler de ülkenin ilerlemesini istemeyen, dış mihrakların uzantısı olarak işleniyor. 2010 yılında ortaya atılan FATİH projesini hatırlayan var mı? Aylarca tartışıldı müjde. Gazete köşelerinden parmakları, televizyon ekranlarından dilleri şişene kadar alkışladı yandaş gazeteciler. Proje 2014 yılında tamamlanacaktı ve ancak 1,5 milyar liraya mal olacaktı. CHP’nin raporuna göre 8 milyar, MEB’in açıklamasına göre ise 3,4 milyar harcandı 2020 yılına kadar. Her öğrenciye tablet ve akıllı sınıflar şeklinde özetlenebilecek projenin ne durumda olduğunu ya da ne zaman tamamlanacağına dair ne bir açıklama var ne de net bilgiler var.

Asıl müjde furyası ise petrol ve doğal gazda yaşandı. İlki 22 Temmuz 2007’de ve sonuncusu 27 Ekim 2020’de olmak üzere tam 32 kez resmi ağızlardan müjde verildi. Enerjide dışa bağımlığı bilen ve hayat pahalılığının nedenlerinden biri olarak petrol-doğal gaz gören Türkiye insanı için yürek ısıtan bir haber. Yıllardır efsanelerle işlenen bir konu karşısında kayıtsız kalması beklenemez.

“Türkiye’nin altı petrol ile dolu ama ABD izin vermiyor.”

“Lozan Antlaşması’nın gizli maddelerinin yüzünden petrol çıkartamıyoruz.”

“Teknik yetersizlikten dolayı petrol rezervlerine ulaşamıyoruz.”

Yani aslında Türkiye insanının çoğunun varlığına inandığı petrol müjdesine mest olmaya hazır olduğu söylenebilir. AKP iktidarı da yıllarca toplumun önemi bir kesimini bu yalan müjdelerle mest etmeyi başardı.

Türkiye insanın gündelik hayat içerisinde politik ekonomik tartışmalarda en çok gündeme getirdikleri yerli bir otomobil üretimi de bir tür hayıflanma ve özlemdir. Hürriyet Gazetesinde 3,634 adet yerli otomobil haberi veya köşe yazısı yer almakta. Çeşitli makamlarca 71 kez yerli otomobil müjdesi verildi. 5 kere elektrikli traktör, 4 kere de yerli uçak üretimine başlandığı ya da kısa sürede hazır olacağı sevinçle duyuruldu. Uçan otomobil bile pek çok kez haberleştirildi.

Müjde paketlerinin bölgeselleştirilmesi de oldukça dikkat çekici. Toplu açılışlar bunun en güzel örneği. Mesela Ardahan’da 182 yatırımın açılışı yapılıyor. Neler olduğu kamuoyuna duyurulmuyor. Antep’te tam 300 fabrika açılıyor bir yılda ve pandemi sürecinde.

elektrikli traktör ile ilgili görsel sonucu

Önce gizli saklı Göktürk Alfabesiyle yazılmış bir monolit bulundu Urfa’da, Göbeklitepe yakınlarında. Jandarma günlerce nöbet tuttu. Sonra Tayyip Erdoğan, müjde paketini açtı: Ay’a gidiyoruz. Yine dilleri şişene kadar alkışladı yandaşlar TV ekranlarında. Yine muhalefet hain ilan edildi. Taktik ve strateji aynı ama değişen bir şey var artık inanların sayısı giderek azalıyor. Belki de tek gerçek müjde “müjde algısının” çöküyor olması.  

DIBISTANA REŞ

  Dema min dest bi fêrgeha duyemîn kir, tiştekî ecêb bû. Jixwe ew sal bûyerên sosret didan li pey hev. Dema dirûtina zeviyan bû. Pêşiyê gelek dîrek çikandin di nav gundî û pişt re jî têlan kişandin wan dîrekan û kabloyan jî nav malan. Dema ciyên bênderan dihate amade kirin cendirmeyan û ew kesên ku min “kesên bi qerewat” bi nav dikir kom bi kom hatibûn gundî. Xalîçeyên qaydeyê Îraniyan raxistin di bin pêyên wan. Qurban hatin serjêkirin, dihol û zirne hatin lêdan. Ew kesê ji ber ku walî ye û li pêş wî her kes xwe xwar dike, li ser milan hate gerandin. Li ser zarokan şekiran werkirin… Erê, werkirin. Merivên waliyî bi kêfeke mezin şekiran li ser me de virvirandin. Dema em ji bona şekirên li erdê li hev civiyabûn, ew jî gelek bextewar xuya bûn ji vî halê me. Min gelek şekir berhev kiribû lê zarokan ji wan gelekan di destên min de revandibû. Piştî van tiştan jî ji bo ku xwêdan û toza li ser xwe hildin beriya roj neçe ava me rêya çemî girtibû.

  Êvara vê roja ecêb dema vegeriyame malê, min li arîkî de ronahiyeke çavan diteyisîne dît. Bi rojan ez fikirîm gelo gaz ji ku dera vê de tê dagirtin û çawa tê vêxistin. Bi vegotinên bavê xwe re ez qanî nebûm. Pişt re kekê min got ku ev lampeya birayê tavê ye. Bi rastî jî divê wisa bûya, ji ber ku gelek dişibiyan hev û du. Jixwe digotin “karê Xwedê ye” û bi perwaz dana milyaketan roniyê belav dike.

  Dema her kesî vê buyerê xeber dida, mijareke ez hîç jê fam nakim bibû mijara gotegotan. Pir bêdeng diaxiviyan û herî zêde jî ji guhên dîwaran ditirsiyan. Piştî van axaftinan bavê min li asoyan dinihêrî û xwe dida ser behra êqil. Çend roj li ser wan pistepistan borî bû, berêvarekî gelek wesaît hatin gundî. Bi rastî jî gelek bûn… Hundirê wan tijî leşker bû, li ser qaseyên wan vekirî bû û li pêşiya dibistanê rêz bûn ew wesaîtên kesk û ecêb. Notirvanê gundî bi fermana wan ve kire qarîn û got, ” Kesek yê ji mala xwe dernekeve”. Min di pencereyê de wan temaşe dikir. Ji  gund hinek zilaman dibirin dibistanê. Du jinên ciwan jî min dîtibû di nav lêşkeran de. Di zendên wan de kelemçe hebû.

  Berdestê sibehê bi qajîniyên ji dibistanê bilind dibû em hişyar bibûn. Şîrê gamêşan a ku ez qet jê hez nakim, min di nav nivînên xwe de vexwaribû. Dema ez derketim der ve, gundî tev ber bi dibistanê ve diçûn. Çavên wan li erdê, destên wan li ber wan girêdayî bûn… Zûzûka ez derketim. Hewşa dibistanê a ku pêşiya wê vekirî û metreyek ji erdê bilindtir e de leşkerekî bejn bilind û qelew li ser panî û serê pêyên xwe ve dilokiya û diaxivî. Digot “Hêza tu kesî nikare dewletê!” Îxtîlal ji bo selametiya gel bûye, yê serê nijdevanan bipelixandina. Yek jî her kesî yê demançe û tivingên xwe radest bikira.

  Hinek kesên “Bijî fermandar! Her hebî, her hebî!” digotin, dikirin qarîn û çepik lê didan hebûn. Fermandarê ku destê xwe danî ser singê xwe û paşê jî yên ku çepikan li hev didan silav kir, pişt re jî bi tiliya xwe deriyê dibistanê nîşan kir gotibû ku ” ev xayînên welêt yê cezayê xwe bikişînin”. Çend kesan jî li fîqê dabû. Dema bi yek rêzê ew merivên destbend ji dibistanê dihatin derxistin jinên digiriyan hebûn. Min ew kekên destbend tev dinasî lê rûyên wan pir guherî bûn. Wextê qajewaj li hev diketin min di rêzê de rûyekî bi ken, cotek çavên dibiriqe dît. Çakêtekî qehweyî li xwe kiribû, dema ew dikeniya tu bê qey simbêlê wî li rûyê wî belav dibû. Çavê xwe li min qirpand, du gav avêt. Hê dikeniya. Ew leşkerê diaxivî, wî nîşan kir û got “Wa ev e”. “Serê xerabiyan ev e…” Zilam hê jî dikeniya. Ji kinc keskan yek bihuzî û qîriya: “Nekene lawo!”. Paşê jî çeka xwe wek şivekî bikar anî, li navmil û ber bi serê wî li paş ve berjêr kir. Min kire qarîn “Mamosteyê min!”. Zilam di nav xwînê de gêrî erdê bû. Bi pihînan li wî didan. Wî jî dikir ku tiştekî bibêje. Ez ji tirsa ve reviyam û xwe li pişt jinekê stirand. Dema min serê xwe hinekî dirêj kir, min dît ku mamosteyê min li erdê dixirikînin.

  Rizayê kal ê bi bernavkê Qirêjok hebû. Dikir qîrîn û digot “Li van zarokên Moskowê din!”. Çend kesên din jî hebûn mîna wî… Kesên ku li wesaîtan hatibûn siyar kirin re xeberan didan û tûyê wan dikirin. Dema di dorê de kes nema, gotin “Fermandarê min” û destê wî leşkerê ku merivan dibehicîne maçî kirin ew axayên çepikan. 

  Mamoste Xidir bi simbêl, leystikvanê gogê û kesekî zêde spartek nedida bû. Ji zarokan pir hezdikir. Hîç li me nedida. Carinan dihate mala me, ji bavê min bona xwe cixare dipêça. Axaftinên wî qet bi dawî nedibûn. Dayîka min ji wî re gelek bi hêrs bû. Ji ber ku ew bibû sedem û min pêş de dest bi dibistanê kiribû. Digot “Mamosteyê naletî!”. Min çawa çavên xwe vekir, dinasiyam mamoste Xidirî. Ciyê bêdera me û dibistan hemsînor in. Ji ber vê dibistan jî dikete nav qada leyza min. Min di bin pencereyê de keviran qûç dikir û derdiketim ser. Di navbera çavzêlî û tirsê ve min fêrgehê raçav dikir. Rojekê mamoste dizîka ve nêz bibû, min hembêz kiribû û biribû fêrgehê. Bi vî awayî kîngê û çiqas min bixwesta li fêrgehê ez dimam. Pişt re, ewqas kêfa min pê re hat, êdî her roj diçûm. Hîç ji bîr nakim, roja pîrika hevalê min Yusufî mir, mamoste ragihandibû ku ez bibûm kesê sêyem ê xwendinê hilaniye. Dawiya salê jî madalyonekê bi stûyê min ve kir û xwest ku her kes li çepikan bide ji bo ku ez bibûm “yekemînê fêrgehê”.

  Roja leşker ji gund vekişiyan dayîka min gelek giriya, lewra di nav ciwanên ji gundê dayîka min biribûn agahî hatibû ku xalê min jî hebû. Bavê min bi gotina “Helbet yê bên” dikir ku wê teselî bike. Heta derengiya rojê me ji bêderê ka kişande kadînê. Dema bû êvar di çar ciyê gund de şewatê rû da. Di tarîtiya şevê de gund bibû nava rojê, lê kêm kes çûn agirî vemirînin. Me serê sibehê bihîst ku ka û gihayê Qirêjokî û yê sê kesên din şewitiye. Ew jî bi qîrînên “Xayînên welêt, nijdevano” û bi dijûnan çûbûne gilî kirinê.

  Piştî du rojan dîsa leşker hatin. Yên ku navê wan hatine nivîsîn li hewşa dibistanê kom kirin. Yên ji gundên din anîbûn jî hebûn. Çilptazî û bi yek rêzê de heta tariyê hiştin. Nan û av nedane wan. Ber êvarê sê kesê di nav xwînê de hiştine anîn, li wesaîtê siyar kirin û çûn. Min jî ev tiştên diqewimîn tev ji camê de temaşe dikir.

  Zarokan jî behsa îxtîlalê dikirin. Kekê min digot, ew hûtekî di tariyê de dijî û bi zinarekî ve girêdayî bûye. Paşê wî hûtî wê zinarê hûr hûrî kiriye û reviyaye. Qîza cînarê me pêşberê vê ramanê bû. Digot: “Kesekî ji derveyê welat hatiye ye. Li Enqereyê dijî”. Di reseniya xwe de îxtîlal revdeya guran bûye. Ji Rûsyayê reviyane û hatine gundê me. Wa, ew sal di gund de gurên ku tim ajalan perçe perçeyî dikin. Cebaniyên di dilqê leşkeran bûye, wesaîta leşkeran bûye, fermandarê qelew bûye…

  Çend roj şûn de me dît ku berekî dibistanê bi rengê reş ve hatiye boyax kirin. Bi rastî jî ripreş bû û tu kesî tu wateyê lê nedikir. Rojtira din berê din… Dû re dibistan tevî… Di vê navberê de çend mamosteyên nû hatin, ji wan yek jî gerînende bûye. Dixwest ku zarok di demeke herî nêz de dest bi dibistanê bikin. Lê kar hebû. Gundiyan heta ku kar bi dawî nebe yê çawa zarokan bişandina dibistanê. Dema gotin “Bi zora leşkeran…” me bi teva formayên xwe li xwe kir û li pêşiya dibistanê ketin dorê. Gerînendeyê dibistanê Mistefa, li pêşberê xwendekaran axaftineke bi coş kiribû.

  Li dîwarê dibistana ku bi rengê reş ve hatiye boyax kirin de bi du rêzan û bi tîpên girdek:

  “Karakol değil,

  Okul istiyoruz” * hatibû nivîsîn. 

  Gerînendeyê vê yekê bihîst li hêrsê siwar bû. Çû mala mixtêr û telefonê kir. Careke din leşkeran gund dorpêç kirin. Heta nîvro her malî geriyan. Hinekan komî hewşa dibistanê kirin û li wan dan. Leşkerê ku gerînende li dor dizivirî û digotê “Fermandarê min” bi tiliya xwe bavê min nîşan kir û gazî wî kir. Got “Em birçî ne”. Bavê min jî wî bersivand, “Ez ê niha tiştekî bidim amade kirin”. Fermandar beranê me nîşan kir. Behsa Kîrazê ku me bi heweseke mezin li bêderê xweyî dikir dikir. Me beranî ji mîhan cihê dihîşt tevahiya salê. Me pir baş lê dinihêrî. Di meha cotmehê de me wî dixemiland û zarokekî kurîn lê siwar dikir, tevî keriyê dikir. Yan jî yên ku dixwestin berxên wan yên mê çêbin zarokeke qîzîn lê siwar dikirin. Par kekê min li Kîrazî siyar bibû û xwîşka me jî danîbû ber hembêza xwe. Lê îsal dora min bû, bavê min soz dabû. Fermandar dixwest ku du-sê parî nan bikeve zikê wan. Reng ji bavê min ê li pêşiya fermandarî bû çûbû. Gerînende digot, ” Pereyê çi fermandarê min! Ev ne merivên wisa ne. Çi di destê wan de hebe didine leşkeran. Ev zarokên welêt in”.

  Bavê min, li bêderê Kîrazî serjêkir. Goştê wî di sîtilekî de keland. Dema leşkeran maseyên di dibistanê de rêz dikirin ji bo xwarinê, çêleka me jî bi satila di qoçên xwe ve ji tewleyê firiya û derket. Ajala ku dikir ji satilê rizgar bibe dibeziya û bi her lebata wê ve jî boyaxeke ripreş dirijiya erdê.

  Ber bi şevê dema leşker ji gund çûn, bavê min jî bi xwe re birin. Serê sibehê fişefişa gerînende bû li ser wê nivîsê jî da boyax kirin. Tenê nehişt ku dest bidin du peyvan: Li jorê “Kara” **, li jêrê “Okul” *** ma. Ev der him qerekol, him dibistan bûye: Dibistana Reş… Wiha çêtirî bûye. Gerînende diranên xwe qîç dikir û wiha digot. Bi “Dibistana Reş hahahah…”  ve çingîniya dengê wî bû.

  Bi birina bavê xwe ve, min her roj bi saetan ew rêya bi toz a ku bi dirêjayiya geliyê dom dike mêze kir. Êdî min hêviya xwe qut kiribû. Piştî salan, di şeveke çîlspî a zivistanê de û di dawiya çîrokekî de bavê min li me derketibû.

  *Ne qerekol, 

  Dibistanê dixwazin.

  **Reş

  ***Dibistan

Allah İçin Öldürmek ya da Maraş

Fotoğraf açıklaması yok.

Bugün, Türkiye’deki her Sünni’nin başını iki elinin arasına alıp düşünme günü. Bugün, 42 yıl önce vuku bulan Maraş Katliamı’nın yıl dönümü. “Nasıl oldu da bizim bir kısmımız Allah’ımız için, Allah adına bir hafta boyunca türlü yöntemlerle insan öldürdü, tecavüz etti, anne karnından cenin çıkardı, çocukların bacaklarını kopardı?” Nasıl oldu da bizim bir kısmımız bunu yaparken diğerlerimiz seyretti, sustu, görmezden geldi? Bu katliamın birinci dereceden sorumluları daha sonra nasıl kahramana dönüştü, nasıl milletvekili seçildi?” Bu sorular hayatını kaybedenleri geri getirmez ama daha iyi bir gelecek için, yarın bir kez daha kör balta ile insan öldürmemek için bilincin oluşmasına katkı sunar. Sizler bu katliamların suçlusu değilsiniz ama bunlardan sorumlusunuz. Biliyorum, bugün pek çok Sünni bu katliamları yeni öğreniyor ve içtenlikle lanetliyor. Duymamak, bilmemek ve bilgilenmemek masumiyet anlamına gelmez. Aksine dolaylı bir rızayı gösterir. Sen duymadın diye acılar yok olmadı. Mesele katliamla da sınırlı kalmadı. Başta kent merkezi olmak üzere katliam sonrasında binlerce insan Maraş’ı terk etti. Orta Anadolu’yu mümkünse Alevilerden arındırılması, değilse de tepkisiz bir azınlık haline getirme projesi adım adım hayata geçirilmeye çalışıldı. 78 ile 80 arasında Maraş, Çorum, Sivas, Malatya ve Erzincan’da benzer saldırı ve katliamlar yaşandı. Çoğunu, çoğu insan bilmedi, duymadı, öğrenmedi. Bugün Almanya’da Nazilerin yaptıkları okullarda müfredatın bir parçasıdır ve Alman çocuklarına bu katliamdan sorumlu oldukları öğretilir. Türkiye’de ise katliamlar inkar edilir. Oysa inkar bir tük aklama ve gelecek için yeni kötülük biriktirme halidir. Maraş’tan sadece 368 kilometre uzaklıkta, pazar kurup Ezidi kadınların alınıp satılmasında, yüzlerce insanın kafasının kesilmesinde ya da yakılmasında fail olan onlarca Türkiyeli var. Eğer 42 yıl önceki Maraş Katliamı bir derse dönüşseydi, 3 yıl önceki bu vahşet yaşanmayacaktı.Katliamın yıl dönümü vesilesi ile geçen yıl yazdığım şu satırları da yeniden dikkatlerinize sunamk isterim.19 Aralık 1978’de başlayıp bir hafta süren Maraş Katliamı sırasındaki en çarpıcı slogan “Allah İçin Savaşa”. Allah fikrinin kişisel, dönemsel ve toplumsal özelliği vardır. Yani inanan herkesin kafasındaki Allah farklıdır. Döneme göre değişir ve bunun bir de toplumsal boyutu vardır. Kişisel Allah’ınızı içine doğduğunuz toplumdan öğrenirsiniz ve zaman içerisinde kendinize göre inşa edersiniz. O gün Maraş, insan mezbahasına dönmüştü. Kurşunlayarak, satırla veya baltayla keserek, yakarak savunmasız durumdaki Alevileri katlederken bunu Allah için yapan insanların Allah’ı nasıl bir Allah’tır, diye düşünürüm hep? Anne karnından cenini çıkarıp ağaca çivileten Allah inancını anlamadan bu katliamın kavranması mümkün değildir. Alevilerin kentleşme sürecine katılması, refahtan pay alması, ülkedeki kutuplaşmanın zirveye ulaşması gibi unsurlar gerçekten açıklayıcı bir işleve sahip olsa da katliamın ideolojisi üzerine eğilmek gerektiğini düşünüyorum.

Ölüm Oruçlarına Eleştirel Bakış I

Acı verici, ağır bir konuda yazacağım. Yakın zamanda ölüm orucunda hayatını kaybedenlerin yakınlarının okumamasını da ayrıca rica ediyorum. Can pazarı, kan gölü bir dünyayı yazmak da, okumak da hiç kolay değil. Baştan şunu belirtmeliyim ki benim hayatımda hapishanelerin ve ölüm oruçlarının travmatik ve trajik bir yeri var. Hem hapishane deneyimlerim hem de ölüm oruçlarında yakinen tanıdığım insanların can vermesi duygu dünyamı halen derinden etkiler durumda. Dolayısı ile açlık eylemlerine ister ölüm orucu isterse de grev şeklinde olsun duyarsız kalmam mümkün değil. Özellikle eylemcilerin yaşam haklarını ve makul bulduğum taleplerini savunuyorum. Öte yandan bu tarz eylemlerin siyasi miadını doldurmuş silahlı solun kendini yok ediş şekline dönüştüğünü düşünüyorum.

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, çiçek

Bir insanın açlık eylemi ile örgütlü bir grup insanın açlık eylemi talepler aynı dahi olsa birkaç önemli hususta birbirinden farklılaşır. Birey kendisi veya bazı değerler  için bu eylemi gerçekleştirirken, belirli bir ideoloji etrafında kümelenmiş insanlar daha çok propaganda amaçlı ve örgütlerinin çıkarlarını gözeterek açlık grevi veya ölüm orucu yapıyorlar. Bireysel kararda eylemden vazgeçebilme kişinin iradesinde iken, grup eyleminde (özellikle) eylemi sonlandırma örgüt tarafından belirleniyor. Başlama kısmında, eylem için güdülenmede de örgütün rolü vardır ama asıl olarak eylem kararından sonra kontrol tamamen örgütün elindedir.

Zor bir eylem açlık grevi, hele ki ölüm orucu. Başlanıldığında andan gün sayılıyor ve benden saniye saniye eriyor. Organlar işlevini yitiriyor. Bir çay kaşığı suya isyan ediyor mide. Kan kusuyor eylemciler. Bıçak sırtı bir yol, bir tarafına düşersen kahraman, şehit ilan ediliyorsun, diğer tarafına düşersen hain! 2000-2007 yılları arasında sürdürülen ölüm oruçlarını düşünelim. Hayatını kaybeden 122 insanın yanı sıra yüzlerce insanın engelli olduğunu ve onlarca insanın da eylemi bırakarak hain edildiğini ve nihayetinde hepsinin birer bedel olduğunu düşünüyorum. Ölüm orucunda yaşamını yitirip inancı doğrultusunda kahraman olmak ile yaşayıp hain olmak arasındaki çelişkinin ağırlığını nasıldır kim bilir!

Tekrarlıyorum ölüm orucu zor bir eylem. Maaliyeti insan canı ve neredeyse kazanımı yok denecek kadar az. F Tipi hapishanelerde kaldım, biliyorum. Kazanım diye anlatılan hiçbir hak yok. 3 kapı 3 kilidi ret edip, 3 saat sohbet hakkına razı gelinmiş ama devlet onu da uygulamıyortu ve yapacak hiçbir şeyimiz yoktu! 2000-2020 arasını düşünürsek son 20 yılın yarısından fazlası çeşitli açlık grevi ve ölüm orucu eylemleri ile geçti ve kendilerini feda edecek kadar adanmış insanların ölümü, engelli hala gelmesi ve hain ilan edilmesi dışında da bir sonuç elde edilmedi.

Şiddette ısrar eden çeşitli sol yapılanmaların ve kürt hareketinin dönem dönem başvurduğu bu yöntem bana biraz gayri insani geliyor. Bir insanın ölmesi, onun ölümüne duyulacak tepki ve üzüntünün siyasi bir sonuç vereceğini hesaplamak ne kadar siyasi öngörüsüzlük ise insan hayatını bu kadar kolay ortaya koymak da o kadar haksızca bir ısrar. “Kişilerin kendi tercihi,” “Onları sorgulamak yerine, taleplerine destek verin,” demek de işin örgütsel boyutunu örten bir tavır olarak karşımıza çıkıyor çünkü ölüm oruçları Mustafa Koçak gibi istisnalar haricinde örgüt eylemi olarak karşımıza çıkıyor. Önce eylem yapılacağına karar veriliyor, sonra gönüllülerden oluşan bir havuz oluşturuluyor ve eylemi sonuna kadar götüreceğine inanılan ve eylemde olması veya ölmesi halinde en çok ses getireceği düşünülen kişiler seçiliyor. Mesela Grup Yorum’un solisti Helin Bölek ve av. Aytaç Ünsal tek çocuklardı. Tek çocuk olanların canları daha kıymetli değildir elbet ama aileleri açısından durum farklıdır. Helin’in annesi Aygül Bilgi 9 Eylül kızının fotoğrafıyla birlikte şu mesajı paylaştı: “Kalsaydın yokluğunla dolmazdı bu şehir.” İşte bunu diyorum, bir şehir dolusu yalnızlık kalıyor geriye. Evet, kimse Helin’i zorla ölüm orucuna sokmadı ama Helin bu eylem için seçildi.

Ölüm oruçlar hakkında maalesef sağlıklı bir tartışma ortamı da yok. Aslında son dönemde her koşulda karşı olan ve her koşulda savunan iki uç yaklaşım arasında kaldık. Tartışmalar sertleşti, üsluplar dibe düştü ve siyasi bir konu olmaktan çıktı eylemler bazen. Kimi kendi geçmişinin hesabını sormaya, kimi kendi tutumunu meşrulaştırma noktasına kadar çekti. Solun dağınık, savruk ve sayısal azlığına bir de bu itiş-kakış eklenince enerji iyice azalıyor hatta bazen ses bile çıkmıyor. Bireysel ya da örgütsel olarak solun  kendi içindeki tutumu ne olursa olsun sonuç yıkıcı oluyor. Eylemcilerin ölüsü dahi karşı propaganda ve saldırılarına maruz kalıyor. Bütün bir solun ise bir cenazeyi kaldıracak kadar gücünün olmadığı ortaya çıkıyor. Örgütsel cenaze merasimin de bu ağır sonuçta payı yok değil. Belki biraz da mecburiyetten cemevlerine götürülen cenaze merasimleri antropolojik bir analizi gerektiriyor aslında. Kızıl bir örtüyle kaplanan tabut, karanfillerle süsleniyor, cesedin yüzü açık bir şekilde kefenleniyor. Tabut etrafında biriken kalabalığın şarkı-türküler eşliğinde halay çekmesi, marş söylemesi mezara uğurlamadan ziyade ölümü sıradanlaştıran ve propagandayı amaçlayan bazı kalıp ritüellerin tekrarından ibaret kalıyor ve genelde hayatını kaybedne kişileirn vasiyeti olarak sunuluyor. Açlık eyleminin son halkası da böylelikle zincire eklemlenmiş oluyor. Bu tarz sergilemelerde adını koymakta zorlandığım bir tuhaflık ve rahatsız edicilik var. Mesela eylemcilerin yarı çıplak fotoğraflarını  paylaşarak açlığın onların bedenlerine yaptığını göstererek kamupyunu desteğe çağırmaları da bu bağlamda değerlendirilebilir.

Bu yazıyı tuşlarken son eylemcinin (Didem Akman) de ölüm orucuna ara verdiğini öğrendim buruk bir şekilde. Aklıma direkt şu soru geldi: Diğerleri de ara veremez miydi? Diğerleri de hayat da kalamaz mıydı? Mesela İbrahim için son ana kadar beklenmeseydi, Helin’in ölmesine izin verilmeseydi olmaz mıydı? Zafer  diye selamlanan bu eylemler canımızı yakmak dışında ne işe yaradı. Grup Yorum üyesi Ali Aracı ve Emel Yeşilırmak özgürlüklerine kavuştu ve ölüm orucu eylemi yapmadılar. Grup Yorum’un ölüm orucuna başlaması ve sürdürmesi  bütün solun önemli bir değerinin ağır yara almasından başka bir şeye neden olmadı.

Evet, biliyorum her koşulda bu eylemleri savunanlar ve her durumda zafer narası atanlar var. Hatta soğuk birası ile keyif yaparken “Yoldaşlarımızın ölülerini rahat” bırakın diye gürleyenler de var. “Yaşasın ölüm orucu direnişimiz,” diye bağırıp haritadan tatil yapacağı ülkeyi inceleyen tiplerin tavırlarındaki rahatsız ediciliği saymıyorum bile. Gerçekçi ve samimi olalım. Ölüler, sadece ölüdür. Her birimizi olağan yaşamlarımıza devam ediyoruz.

Yazı serisi devam edecek…

Pınar Fidan’ın “Tuz-Biber”i

Kadıköy’de Aylak Bar’da “Tuz-Biber” stand-upları kapsamında sahne çıkıyor, komedyen Pınar Fidan. 18 Mart 2020 akşamı bu gösteriden 2 dakika 28 saniyelik video sosyal medyaya bomba gibi düştü. Dinlerken zamanın dışına çıktım. Çocukluğumda dolanıyorum… Çaresizim, yaz sıcağı, insanlar mahzun… Alev alev kor içinde yanıyoruz ama çığlıkları kahkahalar bastırıyor. Beni bu kâbus atmosferine sokan oyundaki sözler şöyle: (https://youtube.com/watch?v=hbYTaueGuF8 …)

Muhtemelen dayısını kast ederek sözlerine şöyle başlıyor:

“Siyasilerle ilgili şeyler paylaşıyor. İşte, şey yazmış: Finlandiya başbakanı işe metroyla gidiyormuş galiba. Onu paylaşıp demiş ki: ‘Asıl cennete gidecekler bunlar, bizim ülkemizdeki siyasiler cehennemlik’ filan. Buna karar veriyor. Bunu söyleyen insan da bu arada bir Alevi. Yani hiçbir şey yapmadan cennete gideceğine inanan bir insan. Bir de başkalarına böyle yargı dağıtıyor. Hani arada böyle haberler mesela okuyorum. Cemevine saldırıda bulunulmuş. Geçen yine olmuş, Okmeydanı’nda. Bakın böyle haberler oluyor sık sık üçüncü sayfalarda falan ‘bilmem neredeki cemevine saldırıldı’ ama hiç Alevi kaybetmiyoruz. Çünkü boş, yani cemevinde Alevi yok. Bir şey yapmamız gerekmiyor, saldırganlar cemevine Alevilerden daha çok gidiyor. Bunun anlaşılması lazım. Yani… Çok istiyorsan meyhaneye falan git ya da hepsini bir otele tıkıp yakabilirsin. Yani geçmişte örnekleri… Aaaa aaa ahahaha…. Ya neydi o?”

Yukarıdaki sözler gülüşmelerle devam ediyor. Hani dedim ya yangındakilerin çığlıklarını bastıran kahkahalar… İşte onlar bir noktada en acı halini alıyor. “Aaaa, aaa” diye takılıp kaldığı o otele tıkılma üzerinden Sivas Katliamı göndermesi Pınar Fidan’ı da vuruyor aslında. Dondum ekran karşısında! Bir süre sonra kendine gelip tekrar tekrar dinledim. Duyduklarım doğruydu.

Sosyal medyada hızla yayıldı oyunun videosu. Ben de yükledim bu nefret suçunu ve Pınar’ın yargılanmasını istedim. Yazılanlar tepki boyutunu aşıp Pınar’ın lincine dönüştü. Küfür, hakaret, tehdit vs. Bu arada “Mizah yapıyor.” diye uyaranlar oldu. Sanat ve ifade özgürlüğü çerçevesinde ele alınmasını isteyenler de vardı.

Peki, gerçekten bu bir mizah ve sanat mıdır? “Bunu söyleyen insan da bu arada bir Alevi. Yani hiçbir şey yapmadan cennete gideceğini inanan bir insan.” Şu sözlerle önce dayısının Alevi olduğunu ifşa ediyor Pınar. Sonra da bir Alevilik tanımı veriyor. Bir insanın izni olmadan onun kimliğini açıklamak insan haklarına aykırıdır. Bunu biliyor mu Pınar? Biliyorsa önemsiyor mu? Aleviliği hiçbir şey yapmadan cennete gideceğine inanmak olarak tanımlarken ortalama bir Alevi düşmanının etiketlemesini kullanması dikkat çeken bir başka husus. Mesela neden “Üçüncü sayfa” göndermesi yapıyor. Sırf “Aleviler Cemevine gitmiyor.” demek için saldırıları olağan dille anlatırken atıfta bulunduğu Okmeydanı Cemevi’nin bahçesinde akrabasının cenaze merasimini beklerken kafasından vurularak polis tarafından öldürülen Uğur Kurt’un ailesi Pınar’ı dinliyor olsaydı ne hissederlerdi acaba? “Meyhane” göndermesi de tesadüf değildir. Alevilerle ilgili yaygın bir ön yargı da alkol tüketimidir. Cemevlerinde Alevi bulamayan saldırganlara tavsiyede bulunuyor Pınar. Öyle ya “din-diyanet bilmez Aleviler” ibadethânede ne gezer! Git meyhaneye, diyor. “Ya da hepsini bir otele tıkıp yakabilirsin.Yani geçmişte örnekleri var ahahaha!” Buraya kadar yıkıcı eleştiriyle ilerleyen konuşma artık nefret söylemine dönüşüyor.

Peki Pınar’ın bu gösterisi sanat mıdır? Mizah mıdır? “Kara mizah” veya “ofansif mizah” kavramlarıyla bu durum açıklanabilir mi? Geleneksel tariz kapsamına mı girer bu kelime oyunu? Kara mizah, acı olaylar üzerine yapılır. Mesela intihara karar veren birinin tabancasının ateş almaması buna örnektir. İntihar acıdır ama karakterin durumu gülünçtür. Tariz ise dolaylı iğnelemedir. Mesela arabasını tamirciye götüren bir kişi “Sağ olasın usta, eskiden ara sıra çalışan arabam artık hiç çalışmıyor.” der. Ofansif mizah ise sınırı olmayan bir anlayış ve herhangi bir konuyu gülmece ile sunabilmeyi savunur. Ne var ki bir kimliği, bir topluluğu hedef alan ve hatta nefret söylemi olan bir oyun kanımca mizah veya sanat ile açıklanamaz. Mesela, Hindistan’dan korkunç görüntüler geliyor, Müslümanların evi yağmalanıyor, sokak ortalarında sopalarla insan katlediliyor. “Sopalarla neden kafasına vuruyorsunuz, makatlarına soksanıza!” veya yağmalanan camiler için “Niye yakıyorsunuz, orada Müslüman kadınlara tecavüz etsenize!” diye bir espri olabilir mi? Bir Yahudi çocuğuna “Aaa seni hala fırınlamadılar mı?” denilebilir mi? Saldırgan (ofansif) mizaha Ömer Hayyam ve George Carli’nin (https://www.youtube.com/watch?v=FX8blRVY-GE ) Allah inancıyla alay etmeleri ve bu durumun arasındaki fark şudur: Birisi inançları ve argümanları, diğeri zulme uğramış ve ezilmekte olan toplumları hedef almaktadır. Pınar’ın Madımak Katliamı’nı bir reçete olarak sunması espri değildir. Pınar, Alevilerle ilgili her gün sosyal medyada rastlayabileceğimiz şaka kılıklı nefret söylemlerinden bir demet sunmuştur. Ne yaratıcılık var ne de zekâ pırtısı bir tane şakası mevcut.

Tepkiler üzerine Pınar Fidan şu açıklamayı yayınladı:

“Merhaba arkadaşlar. Uğraşmak istemedim başta ama bu kadar kişi tarafından yanlış anlaşıldı bir kere daha buradan açıklayayım. İzlediğiniz videoda tam tersini düşündüğüm bir şeyi ironi olarak anlatıyorum. Mizah dalga geçmek yada küçümsemek için değil eleştirmek için yaptığımız bir şey. İnsanların gelen düşüncesini tekrar ederek aslında anladığınızın aksine öyle düşünenlerle dalga geçiyorum. Önemi yok ama ben Aleviyim ve Alevi düşmanı olduğumu düşünüp beddua, küfür ve hakaret eden bu kadar çok insan olabilmesine şaşırdım ve üzüldüm. Bunun benimle ilgili olmadığını biliyor ama hepimizi için üzücü. Videonun başı sonu olmadığı içinde yanlış anlaşılmış olabilir. Orada Alevi diye bahsettiğim kişi dayım. Can sağlığı diyelim ne diyelim.”

Pınar Hanım, haklı olarak kendisine edilen küfürlere ve hakaretlere üzülmüş. Peki, Pınar Hanım, Madımak’ta yanan birinin annesinin gözlerine içine bakarak bu “esprileri” yapabilir mi? Okmeydanı Cemevi’nde öldürülen Uğur Kurt’un karısının karşısında kahkaha atarak bu sözleri sarf edebilir mi? Pınar’ın Alevi olması, Alevilerin acılarını alay konusu etmesini ve Alevilere yönelik nefret söyleminde bulunmasını olağan kılmaz, yaptığını hafifletmez.

Aşağılama, utanç aşılama ve korku salma hiyerarşik toplumlarda muktedir olanın kendiliğinden ve sistematik olarak geliştirdiği bir yoldur. Baskıladığı yerde tutmak için korkutmak, aşağılamak ve utandırmak için türlü mitler geliştirilir. Gündelik hayatta bu kendiliğinden işler, egemen kimliğe dâhil olanlar bunu olağan bir davranışa dönüştürür farkında olmadan. Mesela Aleviler için söylenen “Mum söndü”iftirası, Kürtler için söylenen “Kıro” hakareti, kadınlar için söylenen “şeytan” yakıştırması birer ayrımcılık örneğidir. Bu mitler farkına varılmamış bir bilinçle tekrarlanmaya ve yeniden üretilmeye devam eder.

Toplumsal hiyerarşide altta olan toplumların bireyleri ise bu durumla baş etmek için çeşitli yöntemler geliştirirler. Mesela gruptan çıkma ve üst gruba dahil olma veya çifte bilinç (yani hem ait oldukları grubun hem de egemen grubun kimlik özelliklerini kavrama) geliştirirler. Kamusal alanda egemen gruptan biri gibi davranıp kendi kimlik alanına döndüğünde ise kendisi gibi davranmaya başlarlar. Pınar Fidan’ın Alevi olduğu halde Alevileri hedef alması biraz da kamusal alanda kimliğinden kurtulma çabasıyla alâkalı. Bu videonun devamında Kılıçdaroğlu’na yönelik yaptığı şakada dahi bunun izleri var. Ona yapılan linç girişimini olağanlaştırırken o linç girişimi sırasında bir kadının “Yakın bunu!” diye bas bas bağırmasının da Madımak Katliamı’na bir gönderme olduğunun farkında mıdır Pınar Hanım acaba?

Toplumsal bilinç, siyasî kıyımları ve felaketleri unutmaz. Bir Alevinin, çocukluğundan itibaren hafızasına işlenmiş katliamlar zinciri vardır. Kerbela’dan başlayıp Sivas’a uzanan bu dizgi, hâlen saldırı altındaki Aleviler hedef alınarak mizahileştirilemeyecek bir konudur.

Sevgili Pınar Fidan, hani otele tıkmak deyip dağılıyorsunuz ya, kendinizi toplamak için “aaa aa” diye kıvranıyorsunuz ya işte Alevilerin tam orasına tuz biber ektiniz.